Normalde çok yapmadığım şekilde, o hafta sonu telefonlarımı kapatmıştım. Yoğun geçen haftanın üzerine güzelce dinlenmeyi yeğliyordum. Cuma akşamından kapattığım telefonumu, pazartesi günü açıncaya kadar kendi özel işlerimi yapmaya gayret göstermiştim. Ve o hafta sonu, pazarı pazartesiye bağlayan gece büyük bir deprem…

Sabah uyanıp işe gitmek üzere dışarı çıktığımda, tanıdığım esnaf abilerden bir tanesinin acele şekilde dükkanını kapattığını gördüm. Ve nedenini sorduğumda, deprem olduğunu ve ailesinin enkaz altında olabileceğini çünkü kendilerine ulaşamadığını söyledi. Üzerine benim nasıl “afetçi” olduğumu da sitemli şekilde sormuştu. Bilmiyordu ki telefonlarım o hafta sonu kapalıydı.
Derhal işyerime geçtim ve yoldayken haberleri izlemeye başladım. Gerçekten büyük bir deprem olduğu konuşuluyordu. Telefonu açtığımda binlerce mesajı gördüm ve bana gelen çağrılara da dönüş yapmaya başladım.

Ofisime geçtiğimde şube sekreterimiz Kubilay Turan’a derhal resmi araçla yanıma gelmesini söyledim. Bu sırada Genel Merkezimizle yaptığım görüşmede, bol miktarda insana ihtiyaç duyulduğunu öğrendim. Telefonlarım o kadar yoğundu ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Kubilay yanıma gelmişti. Birlikte bilgisayarlardan haberleri ve bölgedeki dostlarımıza ulaşmaya çalıştık ancak nafile.

Biz bu işlemleri yaparken ikinci bir deprem daha gerçekleşiyor ve ilk depremde kurtulanların ikinci depremde kurtulamadığını düşünmeye başlıyoruz. Hemen araca binerek yakınımda bulunan AFAD İl Müdürlüğüne gittim. Durumu orada bizzat değerlendirdikten sonra yola çıkma kararı verdim. Arkadaşlarım da benimle aynı fikirdeydiler ve 2 araç, 6 personel şeklinde haberleşme ekibi olarak yola çıktık. Ankara ilimizi geçtikten sonra yoğun kar yağışı ve buzlanma bize eşlik etti. Kahramanmaraş ilimize yaklaştığımızda ise sadece yükseklerde kar vardı.

Yoldayken insanların bu karda, bu soğukta neler yapacağını, nerede barınacağını düşündük, konuştuk. Olayı hiç görmeden içimiz kahroluyordu. Yaklaşık bin kilometre olan Bursa-Kahramanmaraş yolculuğumuzu, tam yirmi beş saatte tamamlayabilmiştik. Yolda arabalar devam etmeyerek park halindeydi. Ancak biz; “İnsanların bizlere ihtiyacı var!” diyerek yola devam ettik. Yavaş da olsa yola devam etmek mecburiyetindeydik. Haliyle afet bölgesine yorgun şekilde ulaştık. Kahramanmaraş AFAD İl Müdürlüğü yerleşkesine girer girmez, haberleşme ekipmanlarımızın kurulumlarına başladık. Sistemimizin hazır olması gerekiyordu ki, enkaz bölgelerinden gelen talepleri doğru noktalara aktarabilelim ve hızlı şekilde gerekli ihtiyaçlar intikal edebilsin. Enkaza yanlış veya geç gönderilen her unsur (ambulans, itfaiye, polis, AFAD, elektrikçi, cenaze hizmetleri vb.) bizlere zaman kaybettirecekti. Bunun için hızlı bir aksiyonla organizasyonumuzu oluşturduk.

İlk günden olumlu haberler daha yoğunlukta gelmekteydi. Herkes olayın şokundaydı. Kurtarmaya gelen ekipler içerisinde, enkazın büyüklüğünü görüp kaçanlar dahi vardı. Biz ise asla geri adım atmayacaktık. Dört kişiyle de kalsak, bu sorumluluğu tam anlamıyla sürdürecektik.

Bizim bölgeye ulaşmamızın ardından Genel Merkezimize destek talebi oluşturdum. Yetersiz kalıyorduk. Sahada, çok fazla enkaz alanı vardı ve gerekli sayıda personel yoktu. Bağımsız ve arama kurtarma ekiplerinden gönüllü arkadaşlar üzerinden bilgi toplamaya başlamıştık. Düşünün, gönüllü bir işin içinde ayrı bir gönüllülük… Ayrı bir görev üstleniş… Sanırım görebildiğim en harika eylemdi.

Destek talebimizin üzerine İzmir şubemiz bizlere desteğe geldi. Onların emekleriyle gücümüze güç katarak çalışmalarımıza daha büyük bir misyon yüklenmişti. Alanda dolaşan herkes bizden haberdardı. Tüm bilgiler artık telsiz üzerinden, doğrudan valiye aktarılıyordu. Bakanlıklardan gelen temsilcilerin ise tüm sorularına ekibimiz, düşünmeden nesnel şekilde cevap verebiliyordu.

Görevim gereği tek bir enkazda görev almadım. Tüm enkazlara gittim, mezarlıkları gezdim, çalışma yapan ekipleri gözlemledim. Afetzedelerle konuştum, sarıldık, ağlaştık. Tüm bunları yapınca kendimde yazma gereği hissettim.

Vatandaşlar gözlerimize yalvarırcasına bakıyordu. 60 yaşın üzerindeki bir amcanın diz çöküp çadır istediği bir an var ki, bir ömür boyunca unutamazsınız. Ya da yolda yürürken bir enkaz altında duyduğunuz; “Kurtarın beni!” haykırışlarını unutamazsınız. Vatandaşların çaresizlikleri tüm davranışlarına yansımıştı. Herkesin kafasında yığınla düşünceler vardı. Sanki herkes, bilinçli olarak değil de tamamen alışılmışlık üzerine tepkiler veriyordu. İlk kez gördüğümüz bir kimseye; “Nasılsın?” sorusunu sorarken, Kahramanmaraş’ta soramadım.


İster devletin koordinasyonsuzluğu deyin, isterseniz müteahhitlerin sorumsuzluğu deyin; netice olarak binlerce insan ve hayvan enkaz altında kalarak yaşamını yitirdi. Sanki en kolay enkazı arar gibi, AFAD tüm enkazları dolaşmış. Her gittiğimiz enkazda vatandaşlar veya afetzedeler, AFAD’ın enkaza geldiğini ancak beklemeyip tekrar geleceğini söyleyerek oradan uzaklaştığını söylediler. Kan dondurucu bu hareketi istisnasız her enkaz için duyduğumu söyleyebilirim.

Bizler göreve başladığımızda tamamen inisiyatif kullanmıştık. Ekip arkadaşlarımızla derhal kurulum yapılması gerektiği ve enkazlara dağılmamız gerektiğini görüştük. Ben merkezde kalmalıydım. Nitekim öyle de yaptık. Artık tüm enkazlardan bilgiler gelmeye başlıyordu. Ölü (ex) bilgileri o kadar sıklıkla geliyordu ki, bizler için çok normal olmaya başlamıştı. Her ne kadar bu gibi olayların içinde bulunmaya alışkın olsak da, bunca sayıya kayıtsız kalmak mümkün değildi. İnsanın içi yanıyordu. Ve gecenin ilerleyen saatlerinde ben de sahaya çıktım. Gittiğim enkazlarda afetzedelerle sohbet ettim, Bursa’dan destek amaçlı geldiğimi söyledim. Onların hikayelerini dinledim. Onları asla unutamayacağım.


AFAD İl Müdürlüğü yerleşkesindeki en büyük sorun tuvaletti. Tuvaletler artık taşmış, her yer pislik içindeydi. Ne kadar zorda kalırsak kalalım, pislik içindeki o tuvaletlere gidemedik. Vergi verdiğimiz devletin kendi personellerine bir tuvalet teminini gerçekleştirememesine isyan ettim. Bunu orada sözüm ona yetkili pozisyonundaki herkese de ilettim. Farklı ülkelerden gelen arama-kurtarma ekipleri, buldukları boş araziye giderek tuvaletlerini yapıyordu. İlerleyen günlerde ise arazinin ne hale geldiğini buradan yazmaya gerek var mı? Tuvalet sorunumuzu, kendi ekibimiz adına çözmeyi kısmen de olsa başarmıştık. En nihayetinde ekibi sahadan çekeceğimi, Bursa’ya dönüş yapacağımı, bizlerin ne kadar ihtiyaçları giderilirse o kadar verimli çalışacağını orada dile getirince beni Kahramanmaraş Havaalanı’na yönlendirdiler. Oraya gittiğimde ise gerçekten çok daha temiz bir tuvaletle karşılaştım ve tüm ekibin tuvalet sorununu çözmüş olduk.

AFAD’ın kendi arasında haberleşeceği telsizleri yoktu veya yetersizdi. Yeteri kadar olsa da diğer ekiplerle görüşecek durumu yoktu. Sahada görevli ancak AFAD personeli olmayan bir yetkili benden bol miktarda telsiz istedi. Ben ise, Bursa ekibi olduğumu ve doğal olarak burada misafir gibi bulunduğumu, kıt kaynaklarla haberleşme yürüteceğimi belirtmeme rağmen, bunu ancak bizim çözebileceğimizi söyleyince imkanlarımızı kullanarak tam 21 tane el telsizini AFAD ve diğer protokol unsurlarına (vali, kaymakam vb.) hibe ettik.

Ticari ve siyasi hırslarla yapılan her adımda insanların nasıl can çekişerek öldüğüne orada şahit
olduk. Kolonların kum gibi dağıldığını, bir çekiçle komple enkazı tuz-buz edebileceğimizi gördük. Kimi binaların zemin katlarında kolonların kesildiğini de gördük. Ölenlerin birçoğu merdivenlerde, balkonlardaydı. Bilinçli davranan ise birkaç aile vardı. Bir anne çocuklarını kollarıyla sarmış, bir masanın kenarına çökmüş, depremin bitmesini beklemiş ve enkazda burnu dahi kanamadan güvenli yaşam alanında kalmayı başarmıştı. Kayıp vermeden o aileyi oradan çıkarabildik. Bir kişi ise, sarsıntı esnasında binadan atlamaya çalışırken bina çökmüş ve belden altı dışardayken belden üstü enkaz altında kalmıştı. Bunların her birinin fotoğrafları arşivimde mevcut. Ceset fotoğrafı çekmek artık normal bir şeydi. Ceset görmek içimi yaralamadı. Ben buna zaten alışkındım. Ancak enkazdan 6 aylık çıkarılan bebeğin ailesiz olarak artık hayata devam edeceğini bilmek içimi daha çok yaralıyordu. Beni ne ilgilendirir? İlgilendirir çünkü ben bir insan olarak buna gerçekten çok üzüldüm.

Yardım isteyen bazı köyler, bazı aileler vardı. Devlet tüm bu isteklere kayıtsız kalıyordu (O kadar çoktu ki, belki de normaldi). Sizin gibi bir sürü aile var dercesine tepkisizdi. Anonslarımız sadece havada kalıyordu. Enkazlardan gelen tüm talepler (cenaze aracı, gıda desteği, çadır, elektrik, ambulans, itfaiye…) sonuçsuz kalıyordu. Tamamen kişisel çabalarımızla bu duyarsızlığı orada yok ettik. Türkiye’nin her yerinden gelen gönüllüler; “Senin ilettiğin yardım talepleri olumlu sonuçlanıyor, ne olur, bunu da ilet!” demeye başlayınca tüm gücümü kullanmaya başladım. Sadece Kahramanmaraş değil, diğer illerdeki talepleri de orada çalışan şubelerimize gönderiyordum. Ve ekipteki arkadaşlarımız da aynı azmi gösteriyordu. Artık yetkililere serzenişte bulunuyorduk. Devletin tüm haberleşme sistemi çökmüş veya kesintiye uğramış ancak bizim haberleşmemiz tüm dünyaya yönelik devam ediyordu. Elimiz güçlü olduğu için bir kaymakama, istediğimiz gibi konuşabiliyorduk. Vali Bey, cevabını bilemediği soruları bize soruyordu. Bu TRAC’ın bir başarısıydı.

Canlı ihbarları geliyordu. Vatandaşlar, devletin bu duruma kayıtsız kaldığını iddia edip AFAD’a gelerek Vali Bey ile görüşmek istiyordu. Vali Bey’in danışmanları vatandaşlara; “Canlı olmadığını tespit edersek, cenazeni 20 gün sonra alırsın. Zaten ölen öldü. Ekibimizi cansız beden çıkarmayla uğraştıramayız” diyordu. O vatandaşın gözlerindeki çaresizliği, her sıkıntısında başını dayadığı devletine öfkesini ancak orada bulunanlar görebilir. Binlerce cansız beden, şişmiş vaziyette çıkarılmasının sebebi buydu. Enkazlarda insanlar, en kolayını seçmeye devam ediyordu. Amaç enkazdakilere canlı şekilde ulaşabilmekti.

Gece saat on bir sularında bir canlı ihbarı geldi. Bahsi geçen enkaza (tüm enkaz bilgileri bizlerde mevcut ancak bunları açıklamanın doğru olmadığı gerekçesiyle belirtmiyorum) hemen bizden bir ekip gönderdik. Oradaki ekibimiz bize sürekli bilgi geçiyordu. Biz gidene kadar kimse o enkazda 6 aylık bir bebeğin canlı olduğunu merkeze bildirmemişti, bildirememişti. Vali Bey’in yanında bulunan arkadaşımızın telsizinden şu anons duyuldu: “X apartmanında 6 aylık Y isminde bir erkek bebek canlı. Kurtarma çalışmaları devam ediyor. Bebeğimiz kurtarılana kadar beklemedeyim.” Bu anonsla beraber dinlenen tüm arkadaşlarımız ayaklandı ve herkes sabaha kadar beklemeye koyuldu. Gelecek en ufak bir talepte fiziken gitmemiz gerekebilirdi. Ve en geç 10 dk içinde istenen noktada olunması şarttı.

Sabaha karşı bebeğin canlı ve sağlıklı olarak çıkarıldığı bilgisi telsizlerimizden arkadaşımız sayesinde anons edildi. Vali Bey ayağa fırlayarak sevinmeye başladı. Bir bebeğin hayatına bu kadar eksiyle başlamasını kimse düşünmüyordu, bazen insanlar yaşarken de ölebiliyordu. Bunu da politikacılar asla anlayamazlardı. Ben sevinmedim. Hiçbir zaman da sevinemedim.

Bunun gibi yüzlerce örnek var. Hangi birini yazmalıyım? Kişisel ekipmanlarım eksikti. Biraz da acele ederek gitmiştik ve orada bunca imkansızlığın olabileceğini düşünememiştim. Bunu hangimiz düşündük ki? Bu afetten sonra kesinlikle kimseye güvenerek hareket edilmemesi gerektiğini çok iyi öğrendim. Bursa’ya gelince yaptığım ilk iş, taşınabilir ve katlanabilir bir tuvalet almak oldu.

Orada bazı kişilerin, her şeyin Allah’tan olduğunu söylemesi, depremin insanları cezalandıran bir uyarı olduğunu belirtmesi beni çok kızdıran olayların başındaydı. Sanki inşaatı insanlar değil de olağanüstü varlıklar yapmış gibi konuşan kişileri görünce, Atatürk’ün büyüklüğünü bir kez daha anladım: “Felaket başa gelmeden önce önleyici ve koruyucu tedbirleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin yararı yoktur.”

Yazabileceğimiz şeyler elbette ki çok fazla ancak şu bir gerçek ki, ne yazarsak yazalım, oradaki duygularımızı anlatmaya sözcükler yeterli gelmez. Umarım bir gün bu ulus çok daha bilinçli olur ve böylesine sonuçları olan bir afette tedbirli davranabilir.

Sonuçları bakımından dünyanın en büyük afetlerinden olan bu felakette çıkardığım en büyük sonuç ise şuydu: İnsanın en büyük zenginliği, tebessüm edebilmesi, gülebilmesiydi. Biz orada komik bir olaya dahi gülemezdik. 1 haftalık süreçte bir insanın gülmemesi ne demek! Gülmek, gülebilmek en büyük zenginlikmiş, ben bunu gördüm. Geldiğimde de gülemedim, bir süre gülemem sanırım. Psikolojim bozulduğundan değil, aksine psikolojim yerinden olduğundan… Ben bir insanım, orada sesini duyup da dokunamadığımız canları düşündükçe de gülemem. Umarım bu topluma her zaman gülebilmek nasip olur.

Bunlar da hoşunuza gidebilir: